Malik Bin Sinan(r.a.)
Hayat
yükü, geçim sıkıntısı, çoluk çocuk derdi bütün ağırlığıyla omuzundaydı.
Zaruri ihtiyaçlarını bile zor şartlar altında karşılıyordu. Dünyalık
namına elinde ne varsa hepsini de kaybedince bütünüyle fakr u ihtiyaç
içinde kaldı. Ailesine bir avuç hurma, çocuklarının açlığını bastıracak
bir parça ekmek temininde güçlük çekmek, bir baba için ne kadar
dayanılmaz bir hâldi… Bir seferinde üç gün üst üste yiyecek bir şey
bulamamıştı.
Bu derece muztar bir durumda bulunduğu hâlde, derdini kimseye
açamıyor, sıkıntısını bir başkasıyla paylaşamıyordu. O zamana kadar
kimseden bir şey istememiş, kimseye el avuç açmamıştı. İstiğnasından,
iffetinden taviz veremiyordu. Görenler de gerçek durumunu tahmin
edemiyor, kendisini zengin sanıyorlardı.
Fakat bir bilen vardı: “Sadaka, kendilerini Allah yoluna vakfeden
fakirler içindir. Bunlar rızık aramak için yeryüzünde dolaşamazlar.
Durumlarını bilmeyen kimse, hayâ ve iffetlerinden dolayı onları zengin
sanar. Sen, onları yüzlerinden tanırsın. Onlar insanlardan yüzsüzlük
edip bir şey istemezler…”[1]
Yüce Mevla, Kelam-ı Kadim’inde methettiği böylesi muztar müminleri
Habibine bildiriyordu. Fakat o sıralar hemen hemen bütün Müslümanlar
benzer bir durumdaydı. Mekkeli yüzlerce Muhacir, Medine’ye gelmiş, Ensar
kardeşleri bütün varlıklarını yeni misafirleriyle paylaşmışlardı. Bunun
için kısa zamanda bir çözüm getirmek de mümkün değildi.
gün Mescid-i Nebevî’ye geldi. Dava arkadaşlarını görerek teselli
bulacaktı. Bir köşeye sessiz sakin oturuvermişti. O sırada Allah
Resûlü’nün gözüne çarptı. Bu mütevekkil sahabisini gören Peygamberimiz,
Ashâbına onu şöyle takdim ediyordu:
“İçinizden iffet sahibi birisini görmek isteyen varsa, Mâlik bin Sinan’a baksın.”
Hz. Mâlik, hidayet Peygamberinin fedakâr ve müttaki bir sahabisiydi.
Medine’ye teşrif buyurduğunda kendisine kucak açan, aile efradıyla
birlikte iman safına katılan, barışta ve savaşta hep yanı başında yer
alan bahtiyar bir insandı. Hanımı Enise, her yönden kendisine tam bir
destekti. Onunla birlikte iman etmiş, hizmet ve cihat meydanlarından
geri kalmaması için kendisine düşen imkânları hazırlamış, teşvik
etmişti.
Uhud Savaşı için yapılan istişare toplantısında karar verilmek
üzereydi… Mâlik bin Sinan, cihat aşkını Bedir’de tatmıştı. Âdeta yerinde
duramaz hâldeydi, Allah’ın nurunu söndürmek isteyenlerin tekrar
karşısına çıkmak arzusundaydı. Fikrini şöyle açıkladı:
“Biz iki hayırlı işin arasındayız. Ya Allah bizi mutlaka muzaffer
kılar, onlardan ise ancak kaçmaya muvaffak olanlar kurtulur veya Allah
bize şehitliği nasip eder… Yâ Resûlallah, Allah’a yemin ederim ki,
benim için iki ihtimal de aynıdır. Hangisi tahakkuk ederse etsin
mutlaka hayır ondadır.”
Henüz 11 yaşındaki küçük oğulları Ebû Sâid el-Hudrî’nin minik
kalbindeki iman o kadar coşmuştu ki, Peygamberimizle birlikte bulunmak,
onun nurlu sohbetini dinleyerek cennetten anlar yaşamak için gayret
ediyordu. Ayrıca kendi gücüne kuvvetine bakmadan, Peygamberimizin
işaret ettiği her hizmete koşmak için can atıyordu. Mescid-i Nebevî
inşa edilirken mukaddes mabedin taşlarını o da omuzluyordu. Bedir
Savaşı’na katılmayı o kadar arzu etmesine rağmen, yaşının küçüklüğünden
dolayı kabul edilmemişti.
13 yaşındaki Ebû Sâid’in içine ateş düşmüştü. Epeyce savaş eğitimi
yapmıştı. Kendi boyu kadar da olsa kılıç taşıyıp, müşriklerin karşısına
dikilebileceğinden emindi. Kendisine güveniyordu. Bedir’de kabul
edilmemişti. Ama bu sefer ısrarlıydı. Resûlullah’ın huzuruna geldi,
yalvardı yakardı. Cihat ordusunun en küçük ferdi olmayı rica etti.
Kahraman ruhuna Medine’de kalmayı yediremiyordu. Bu samimi ısrarı ve
arzusunu Peygamberimiz kırmadı. Orduya kabul etti. Baba-oğul yan yana
İslam ordusunda yer alacaktı.
Ordu Medine’den ayrıldı. Uhud Dağı eteğine kondu. Bir anda nurlu
Peygamber, fedaileri ile şaşkın müşrik güruhu yüz yüze geldi. Fazla bir
zaman geçmeden müşrikler büyük bir hezimete uğradı. Fakat Müslüman
okçular kendilerine verilen talimata uymadıklarından düşman ordusu
yeniden toparlandı. Bir anda iş ciddileşti. Hedef Allah’ın Resûl’üydü.
Bütün müşrik silahşörleri, Peygamberimizin bulunduğu çadıra doğru
ilerliyordu. Bu arada Müslümanların bir kısmı da paniğe kapılmış,
mevzilerini terk etmişlerdi. Fakat bir grup gözü pek fedai,
Peygamberimizin etrafında halkalanmış, vücutlarını o mübarek vücudun
önünde kale yapmışlardı.
Bu arada bir müşrik darbesiyle Peygamberimizin mübarek yüzü
kanamıştı. Mâlik bin Sinan da orada hazırdı. Peygamberimizin yüzünü
yaralı vaziyette görünce, muazzez kanının yere düşmemesi için hemen
yanına yaklaştı. Yüzündeki kanı yalayarak sildi. Zaten kendisi de
yaralıydı, ancak son gücüne kadar dayanmalıydı. Çünkü bir anlık ihmal
Resûlullah’ın hayatına mal olabilirdi. Fakat vücudu kan revan
içindeydi. “Gurab bin Süfyân” adlı müşrikin kılıç darbesi, Hz. Mâlik’in
cennete uçmasına kâfi gelmişti
Şehitler defnediliyordu. Sıra Hz. Mâlik’e gelmişti. Peygamberimiz de
orada hazırdı. Kabre konmadan önce sahabilerine yöneldi, şöyle hitap
etti:
“Kanım kanına karışan kişiye cehennem ateşi erişemez.”
Evet, Hz. Mâlik hem şehitlik mertebesine ulaşmış, hem de bu vesileyle cehennem ateşinden korunmuştu.[2]
Allah ondan razı olsun!
______________________________[1]Bakara Sûresi, 273.
[2]Üsdü’l-Gàbe, 4: 281; el-İsâbe, 3: 345-346; Sîre, 3: 85.
Yazının kaynağı: http://derindusun.com/tr/malik-bin-sinan-r-a.html#sthash.4V1kxWMJ.dpuf
Hayat
yükü, geçim sıkıntısı, çoluk çocuk derdi bütün ağırlığıyla omuzundaydı.
Zaruri ihtiyaçlarını bile zor şartlar altında karşılıyordu. Dünyalık
namına elinde ne varsa hepsini de kaybedince bütünüyle fakr u ihtiyaç
içinde kaldı. Ailesine bir avuç hurma, çocuklarının açlığını bastıracak
bir parça ekmek temininde güçlük çekmek, bir baba için ne kadar
dayanılmaz bir hâldi… Bir seferinde üç gün üst üste yiyecek bir şey
bulamamıştı.
Bu derece muztar bir durumda bulunduğu hâlde, derdini kimseye
açamıyor, sıkıntısını bir başkasıyla paylaşamıyordu. O zamana kadar
kimseden bir şey istememiş, kimseye el avuç açmamıştı. İstiğnasından,
iffetinden taviz veremiyordu. Görenler de gerçek durumunu tahmin
edemiyor, kendisini zengin sanıyorlardı.
Fakat bir bilen vardı: “Sadaka, kendilerini Allah yoluna vakfeden fakirler içindir. Bunlar rızık aramak için yeryüzünde dolaşamazlar. Durumlarını bilmeyen kimse, hayâ ve iffetlerinden dolayı onları zengin sanar. Sen, onları yüzlerinden tanırsın. Onlar insanlardan yüzsüzlük edip bir şey istemezler…”[1]
Yüce Mevla, Kelam-ı Kadim’inde methettiği böylesi muztar müminleri Habibine bildiriyordu. Fakat o sıralar hemen hemen bütün Müslümanlar benzer bir durumdaydı. Mekkeli yüzlerce Muhacir, Medine’ye gelmiş, Ensar kardeşleri bütün varlıklarını yeni misafirleriyle paylaşmışlardı. Bunun için kısa zamanda bir çözüm getirmek de mümkün değildi.
O gün Mescid-i Nebevî’ye geldi. Dava arkadaşlarını görerek teselli bulacaktı. Bir köşeye sessiz sakin oturuvermişti. O sırada Allah Resûlü’nün gözüne çarptı. Bu mütevekkil sahabisini gören Peygamberimiz, Ashâbına onu şöyle takdim ediyordu:
“İçinizden iffet sahibi birisini görmek isteyen varsa, Mâlik bin Sinan’a baksın.”
Hz. Mâlik, hidayet Peygamberinin fedakâr ve müttaki bir sahabisiydi. Medine’ye teşrif buyurduğunda kendisine kucak açan, aile efradıyla birlikte iman safına katılan, barışta ve savaşta hep yanı başında yer alan bahtiyar bir insandı. Hanımı Enise, her yönden kendisine tam bir destekti. Onunla birlikte iman etmiş, hizmet ve cihat meydanlarından geri kalmaması için kendisine düşen imkânları hazırlamış, teşvik etmişti.
Uhud Savaşı için yapılan istişare toplantısında karar verilmek üzereydi… Mâlik bin Sinan, cihat aşkını Bedir’de tatmıştı. Âdeta yerinde duramaz hâldeydi, Allah’ın nurunu söndürmek isteyenlerin tekrar karşısına çıkmak arzusundaydı. Fikrini şöyle açıkladı:
“Biz iki hayırlı işin arasındayız. Ya Allah bizi mutlaka muzaffer kılar, onlardan ise ancak kaçmaya muvaffak olanlar kurtulur veya Allah bize şehitliği nasip eder… Yâ Resûlallah, Allah’a yemin ederim ki, benim için iki ihtimal de aynıdır. Hangisi tahakkuk ederse etsin mutlaka hayır ondadır.”
Henüz 11 yaşındaki küçük oğulları Ebû Sâid el-Hudrî’nin minik kalbindeki iman o kadar coşmuştu ki, Peygamberimizle birlikte bulunmak, onun nurlu sohbetini dinleyerek cennetten anlar yaşamak için gayret ediyordu. Ayrıca kendi gücüne kuvvetine bakmadan, Peygamberimizin işaret ettiği her hizmete koşmak için can atıyordu. Mescid-i Nebevî inşa edilirken mukaddes mabedin taşlarını o da omuzluyordu. Bedir Savaşı’na katılmayı o kadar arzu etmesine rağmen, yaşının küçüklüğünden dolayı kabul edilmemişti.
13 yaşındaki Ebû Sâid’in içine ateş düşmüştü. Epeyce savaş eğitimi yapmıştı. Kendi boyu kadar da olsa kılıç taşıyıp, müşriklerin karşısına dikilebileceğinden emindi. Kendisine güveniyordu. Bedir’de kabul edilmemişti. Ama bu sefer ısrarlıydı. Resûlullah’ın huzuruna geldi, yalvardı yakardı. Cihat ordusunun en küçük ferdi olmayı rica etti. Kahraman ruhuna Medine’de kalmayı yediremiyordu. Bu samimi ısrarı ve arzusunu Peygamberimiz kırmadı. Orduya kabul etti. Baba-oğul yan yana İslam ordusunda yer alacaktı.
Ordu Medine’den ayrıldı. Uhud Dağı eteğine kondu. Bir anda nurlu Peygamber, fedaileri ile şaşkın müşrik güruhu yüz yüze geldi. Fazla bir zaman geçmeden müşrikler büyük bir hezimete uğradı. Fakat Müslüman okçular kendilerine verilen talimata uymadıklarından düşman ordusu yeniden toparlandı. Bir anda iş ciddileşti. Hedef Allah’ın Resûl’üydü. Bütün müşrik silahşörleri, Peygamberimizin bulunduğu çadıra doğru ilerliyordu. Bu arada Müslümanların bir kısmı da paniğe kapılmış, mevzilerini terk etmişlerdi. Fakat bir grup gözü pek fedai, Peygamberimizin etrafında halkalanmış, vücutlarını o mübarek vücudun önünde kale yapmışlardı.
Bu arada bir müşrik darbesiyle Peygamberimizin mübarek yüzü kanamıştı. Mâlik bin Sinan da orada hazırdı. Peygamberimizin yüzünü yaralı vaziyette görünce, muazzez kanının yere düşmemesi için hemen yanına yaklaştı. Yüzündeki kanı yalayarak sildi. Zaten kendisi de yaralıydı, ancak son gücüne kadar dayanmalıydı. Çünkü bir anlık ihmal Resûlullah’ın hayatına mal olabilirdi. Fakat vücudu kan revan içindeydi. “Gurab bin Süfyân” adlı müşrikin kılıç darbesi, Hz. Mâlik’in cennete uçmasına kâfi gelmişti
Şehitler defnediliyordu. Sıra Hz. Mâlik’e gelmişti. Peygamberimiz de orada hazırdı. Kabre konmadan önce sahabilerine yöneldi, şöyle hitap etti:
“Kanım kanına karışan kişiye cehennem ateşi erişemez.”
Evet, Hz. Mâlik hem şehitlik mertebesine ulaşmış, hem de bu vesileyle cehennem ateşinden korunmuştu.[2]
Allah ondan razı olsun!
______________________________
[1]Bakara Sûresi, 273.
[2]Üsdü’l-Gàbe, 4: 281; el-İsâbe, 3: 345-346; Sîre, 3: 85.
- See more at: http://derindusun.com/tr/malik-bin-sinan-r-a.html#sthash.4V1kxWMJ.dpuf
Fakat bir bilen vardı: “Sadaka, kendilerini Allah yoluna vakfeden fakirler içindir. Bunlar rızık aramak için yeryüzünde dolaşamazlar. Durumlarını bilmeyen kimse, hayâ ve iffetlerinden dolayı onları zengin sanar. Sen, onları yüzlerinden tanırsın. Onlar insanlardan yüzsüzlük edip bir şey istemezler…”[1]
Yüce Mevla, Kelam-ı Kadim’inde methettiği böylesi muztar müminleri Habibine bildiriyordu. Fakat o sıralar hemen hemen bütün Müslümanlar benzer bir durumdaydı. Mekkeli yüzlerce Muhacir, Medine’ye gelmiş, Ensar kardeşleri bütün varlıklarını yeni misafirleriyle paylaşmışlardı. Bunun için kısa zamanda bir çözüm getirmek de mümkün değildi.
O gün Mescid-i Nebevî’ye geldi. Dava arkadaşlarını görerek teselli bulacaktı. Bir köşeye sessiz sakin oturuvermişti. O sırada Allah Resûlü’nün gözüne çarptı. Bu mütevekkil sahabisini gören Peygamberimiz, Ashâbına onu şöyle takdim ediyordu:
“İçinizden iffet sahibi birisini görmek isteyen varsa, Mâlik bin Sinan’a baksın.”
Hz. Mâlik, hidayet Peygamberinin fedakâr ve müttaki bir sahabisiydi. Medine’ye teşrif buyurduğunda kendisine kucak açan, aile efradıyla birlikte iman safına katılan, barışta ve savaşta hep yanı başında yer alan bahtiyar bir insandı. Hanımı Enise, her yönden kendisine tam bir destekti. Onunla birlikte iman etmiş, hizmet ve cihat meydanlarından geri kalmaması için kendisine düşen imkânları hazırlamış, teşvik etmişti.
Uhud Savaşı için yapılan istişare toplantısında karar verilmek üzereydi… Mâlik bin Sinan, cihat aşkını Bedir’de tatmıştı. Âdeta yerinde duramaz hâldeydi, Allah’ın nurunu söndürmek isteyenlerin tekrar karşısına çıkmak arzusundaydı. Fikrini şöyle açıkladı:
“Biz iki hayırlı işin arasındayız. Ya Allah bizi mutlaka muzaffer kılar, onlardan ise ancak kaçmaya muvaffak olanlar kurtulur veya Allah bize şehitliği nasip eder… Yâ Resûlallah, Allah’a yemin ederim ki, benim için iki ihtimal de aynıdır. Hangisi tahakkuk ederse etsin mutlaka hayır ondadır.”
Henüz 11 yaşındaki küçük oğulları Ebû Sâid el-Hudrî’nin minik kalbindeki iman o kadar coşmuştu ki, Peygamberimizle birlikte bulunmak, onun nurlu sohbetini dinleyerek cennetten anlar yaşamak için gayret ediyordu. Ayrıca kendi gücüne kuvvetine bakmadan, Peygamberimizin işaret ettiği her hizmete koşmak için can atıyordu. Mescid-i Nebevî inşa edilirken mukaddes mabedin taşlarını o da omuzluyordu. Bedir Savaşı’na katılmayı o kadar arzu etmesine rağmen, yaşının küçüklüğünden dolayı kabul edilmemişti.
13 yaşındaki Ebû Sâid’in içine ateş düşmüştü. Epeyce savaş eğitimi yapmıştı. Kendi boyu kadar da olsa kılıç taşıyıp, müşriklerin karşısına dikilebileceğinden emindi. Kendisine güveniyordu. Bedir’de kabul edilmemişti. Ama bu sefer ısrarlıydı. Resûlullah’ın huzuruna geldi, yalvardı yakardı. Cihat ordusunun en küçük ferdi olmayı rica etti. Kahraman ruhuna Medine’de kalmayı yediremiyordu. Bu samimi ısrarı ve arzusunu Peygamberimiz kırmadı. Orduya kabul etti. Baba-oğul yan yana İslam ordusunda yer alacaktı.
Ordu Medine’den ayrıldı. Uhud Dağı eteğine kondu. Bir anda nurlu Peygamber, fedaileri ile şaşkın müşrik güruhu yüz yüze geldi. Fazla bir zaman geçmeden müşrikler büyük bir hezimete uğradı. Fakat Müslüman okçular kendilerine verilen talimata uymadıklarından düşman ordusu yeniden toparlandı. Bir anda iş ciddileşti. Hedef Allah’ın Resûl’üydü. Bütün müşrik silahşörleri, Peygamberimizin bulunduğu çadıra doğru ilerliyordu. Bu arada Müslümanların bir kısmı da paniğe kapılmış, mevzilerini terk etmişlerdi. Fakat bir grup gözü pek fedai, Peygamberimizin etrafında halkalanmış, vücutlarını o mübarek vücudun önünde kale yapmışlardı.
Bu arada bir müşrik darbesiyle Peygamberimizin mübarek yüzü kanamıştı. Mâlik bin Sinan da orada hazırdı. Peygamberimizin yüzünü yaralı vaziyette görünce, muazzez kanının yere düşmemesi için hemen yanına yaklaştı. Yüzündeki kanı yalayarak sildi. Zaten kendisi de yaralıydı, ancak son gücüne kadar dayanmalıydı. Çünkü bir anlık ihmal Resûlullah’ın hayatına mal olabilirdi. Fakat vücudu kan revan içindeydi. “Gurab bin Süfyân” adlı müşrikin kılıç darbesi, Hz. Mâlik’in cennete uçmasına kâfi gelmişti
Şehitler defnediliyordu. Sıra Hz. Mâlik’e gelmişti. Peygamberimiz de orada hazırdı. Kabre konmadan önce sahabilerine yöneldi, şöyle hitap etti:
“Kanım kanına karışan kişiye cehennem ateşi erişemez.”
Evet, Hz. Mâlik hem şehitlik mertebesine ulaşmış, hem de bu vesileyle cehennem ateşinden korunmuştu.[2]
Allah ondan razı olsun!
______________________________
[1]Bakara Sûresi, 273.
[2]Üsdü’l-Gàbe, 4: 281; el-İsâbe, 3: 345-346; Sîre, 3: 85.
- See more at: http://derindusun.com/tr/malik-bin-sinan-r-a.html#sthash.4V1kxWMJ.dpuf
Yorumlar
Yorum Gönder
küfür istemiyoruzzzz